Lohusa Kadını Al Basması Ne Demek ?

Deniz

New member
Lohusa Kadını Al Basması Ne Demek? Gelenekten Toplumsal Adalete Uzanan Bir Hikâye

Arkadaşlar, bugün çok derin ama bir o kadar da ihmal edilmiş bir konuya değinmek istiyorum: “Lohusa kadını al basması”.

Çocuk doğurmak, insanlık tarihinin en kadim deneyimlerinden biri; ama bu mucizevi süreç, kültürlerin ve inançların da en yoğun anlam yüklediği dönemlerden biri olmuş. “Al basması” da tam bu kırılma noktasında ortaya çıkan, hem tıbbi hem sosyolojik, hem de toplumsal cinsiyet açısından çok şey anlatan bir olgu.

Bu yazıyı bir “doğru–yanlış” tartışması olarak değil, bir “neden böyle düşünüyoruz” sorgusu olarak kaleme alıyorum. Çünkü mesele yalnızca bir halk inanışı değil; aynı zamanda kadın bedeni, korku, dayanışma ve ataerkil sistemlerin kadına yüklediği sorumluluklar üzerine de çok şey söylüyor.

Al Basması: Korkunun Kültürel Dili

“Al basması” inancı, lohusalık döneminde kadının kırk gün boyunca “al karısı” ya da kötü ruhlar tarafından rahatsız edilebileceği düşüncesine dayanır.

Anadolu’nun birçok yerinde, yeni doğum yapan kadının yalnız kalmaması, kırmızı renkli tülbentler takması, yanında iğne, makas, Kur’an ya da nazar boncuğu bulundurması tavsiye edilir.

Bu uygulamaların kökü çok eskiye, İslam öncesi Orta Asya kültürlerine kadar uzanır. “Al” sözcüğü eski Türkçede hem kırmızı hem de kutsal/tehlikeli anlamına gelir.

Bilimsel açıdan baktığımızda, “al basması” olarak adlandırılan durum çoğunlukla lohusa depresyonu ya da postpartum psikoz ile örtüşür. Yani biyolojik ve hormonal değişimlerle birlikte kadının psikolojik dengesi bozulabilir; halüsinasyonlar, uykusuzluk, korku ve panik duyguları yaşanabilir.

Ama işte burada önemli olan nokta şu:

Toplum, kadının bu psikolojik sürecini “şeytani bir güç” olarak tanımlayarak onu yalnızlaştırmış.

Kadınların Empatik Bakışı: Görünmeyen Yorgunluk

Kadınlar, özellikle anne olmuş olanlar, bu konuyu genellikle çok daha empatik bir yerden anlıyorlar. Çünkü lohusalık sadece fiziksel bir süreç değil; bir kimlik değişimi, bir varoluş dönüşümü.

Kadın forumlarında sıkça şu tür yorumlara rastlıyoruz:

> “Al basması denilen şey, bence kadınların içsel fırtınası. Bir yanda bebekle bağ kurmaya çalışıyorsun, diğer yanda bedenin seni tanımıyor.”

Bu bakış açısı, modern feminist teorilerle de uyumlu. Çünkü toplumsal olarak kadına, “annelik” rolü yüceltilirken, bu rolün psikolojik yükü çoğu zaman görmezden geliniyor.

Kadın doğurur, emzirir, susar… ama iç dünyasındaki korku, yalnızlık, kaygı konuşulmaz. “Al basması” inancı aslında bu bastırılmış korkunun halk dilindeki karşılığı.

Empatik kadın bakışının en güçlü yanı, sorunu kişisel bir zayıflık olarak değil, toplumsal bir sessizlik olarak görmesidir.

Birçok kadın, al basması hikâyelerini anlatırken aslında şunu söylüyor:

> “Ben yalnız kalmak istemedim ama öyle olması gerekiyordu, çünkü ‘kadın dayanıklı olmalıydı’.”

Erkeklerin Analitik Bakışı: Korkunun Kaynağını Çözmek

Erkekler genellikle konuyu daha rasyonel bir çerçeveden değerlendiriyor.

Bir erkek forum üyesi şöyle diyebilir:

> “Bu inanç aslında toplumun bilinçaltındaki sağlık bilgisizliğinin ürünü. Lohusalık depresyonu doğru tanınmadığı için mistik bir açıklamaya sığınılmış.”

Bu bakış, analitik bir farkındalık taşıyor çünkü korkunun nedenini anlamaya çalışıyor.

Ama burada da bir eksiklik var: Erkeklerin çoğu zaman bu süreçteki duygusal izolasyonu tam olarak hissedememesi.

Kadının yaşadığı fiziksel ve psikolojik çalkantının “tıbbi açıklama”yla bitmediğini, bunun duygusal bir güven alanı gerektirdiğini anlamak gerekiyor.

Yani erkeklerin çözüm odaklı yaklaşımı, kadınların empati merkezli bakışıyla birleşirse, “al basması” gibi konular hem tıbben hem toplumsal olarak çok daha doğru anlaşılabilir.

Toplumsal Cinsiyet Perspektifi: Korkunun Kime Hizmet Ettiği

“Al basması” inancı sadece bir halk anlatısı değil, aynı zamanda kadın kontrolünün kültürel bir biçimi olarak da görülebilir.

Toplum, lohusa kadına “kırk gün yalnız kalma, dışarı çıkma, gece süt sağma” derken onu koruduğunu düşünür ama aslında onu evin içine hapseder.

Bu yasaklar, tarih boyunca kadınların doğum sonrası dönemde kamusal alandan uzak tutulmasını sağlamıştır.

Burada feminist bakış devreye girer:

Bu tür inançlar, görünüşte “kadını koruma” amacını taşırken, aslında kadının özgürlüğünü sınırlayan bir sistematik pratik haline gelir.

Kadınlar bu dönemde yalnız kalmamalı, ama aynı zamanda yalnız bırakılmadan da özgür hissetmelidir.

Çeşitlilik açısından düşündüğümüzde ise “al basması” sadece Türk kültürüne özgü değildir.

Japonya’da “ubume”, Meksika’da “La Llorona”, İngiltere’de “night hag” gibi benzer figürler bulunur.

Bu, insanlığın doğum ve ölüm arasındaki ince çizgide bilinmezlikten doğan korkusunu evrensel bir dille anlattığını gösterir.

Sosyal Adalet ve Bilim: Kadının Ruhsal Sağlığını Yeniden Tanımlamak

Günümüzde sosyal adalet anlayışı, artık sadece ekonomik ya da politik eşitlikten ibaret değil; psikolojik görünürlük de bunun bir parçası.

Lohusalık depresyonu yaşayan kadınların damgalanmadan yardım alabilmesi, toplumun empati kapasitesiyle doğrudan ilgilidir.

Bilim diyor ki:

- Her 7 kadından 1’i doğum sonrası depresyon yaşar.

- Destek sistemleri güçlü olan kadınlarda bu oran %50 azalır.

- Erkeklerin aktif katılımı, kadının iyileşme sürecini hızlandırır.

Yani bir anlamda, “al basması”nı ortadan kaldırmanın yolu, “al karısını kovmak” değil, kadının yalnızlığını bitirmekten geçiyor.

Forumdaşlara Soru: İnanç mı, Gerçek mi, Yoksa Her İkisi mi?

Şimdi size sormak istiyorum arkadaşlar:

Bu tür inançlar sizce sadece geçmişin kalıntısı mı, yoksa hâlâ kültürel kimliğimizin bir parçası mı?

Bir kadının yaşadığı korkuyu anlamadan, o inancı “batıl” diye reddetmek doğru mu?

Yoksa önce korkunun kökünü anlamak, sonra onu dönüştürmek mi gerekir?

Belki de en doğru soru şu:

> “Lohusa kadını al basması değil, toplumun kadını yalnız bırakması mı?”

Sonuç: Korkudan Dayanışmaya

“Al basması” bir efsane olabilir, ama o efsanenin içindeki insani gerçeklik hâlâ bizimle.

Kadınların doğum sonrası dönemde yalnız bırakılmaması, erkeklerin bu süreçte duygusal sorumluluk alması, toplumun psikolojik sağlık konularında açık olması gerekiyor.

Toplumsal cinsiyet adaleti, kadının “korunması” değil, görülmesiyle başlar.

Ve belki de al basması denilen o karanlık figür, aslında kadının duyulmayan sesidir.

Biz o sesi duydukça, o karanlık da kaybolacak.